İnsan insan olarak doğar. Ancak doğar doğmaz siyasi ve hukuki bir statü kazanır: Hür ve köle. Belki de tarihi hürler ve köleler açısından okuduğumuzda insanlığın geldiği aşamaları görmek daha kolay olacaktır. Amerika Birleşik Devletleri’nde, İngiltere’de ve Fransa’da ırkçılığa karşı yapılan gösteriler insanlığın ahlak, hukuk ve siyaset açısından daha uzun yolunun olduğunu bir kez daha hatırlattı ve sorumluluklar yükledi.

Kölelik, serflik ve köylülük üzerine sabrınıza sığınarak sizlerle tarihi bir gezinti yapmak istedim.

Köle; savaşta tutsak alınan, yabancı ülkelerden zorla kaçırılıp özgürlükten yoksun bırakılan veya başkasından satın alınan kimse, kul, esir. Birinin emri altında bulunan, hür olmayan kimse. Mecaz anlamıyla herhangi bir şeye aşırı derecede bağlı olan kimse. Paranın kulu ve kölesi olmak gibi.

Fransızca self sözcüğünün anlamı ise; derebeylik toplum düzeninde toprakla birlikte alınıp satılan köle.

Köy kelimesi Farsça kuy kelimesinin Türkçe söyleniş biçimidir. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde köy كوى ve köğ كوك biçimlerinde geçer. Köy daha çok çiftçiliğe ve tarıma dayalı küçük yerleşim yeri.

Bu nedenle köle, serf ve köylü ile toprak arasında derin bir ilişki vardır. Bu statüyü belirlemede en temel etken toprak meselesidir. Toprak kimin ve onu kim işleyecektir.

Bu yazımda ortaya koymak istediğim bazı medeniyetlerde ve birkaç millette sosyal ve toplumsal yapıda köle, serf ve köylü insani değerler açısından nasıl değerlendirilmiştir.

Tarihin en eski çağlarında Sümerler, Asurlular ekonomilerini neredeyse kölelik üzerine inşa ettiler.

Çin'de sosyal yapı asiller ve köylülerden oluşur. Köleler de köylülerden oluşurdu. Köylülere hürriyet hakkı tanımayan bu sosyal yapıda, sınıfların yaşayış ve hukukları birbirinden farklıydı. Çin’de sahip olunan köleler zenginlik ve kudretinin ölçütüydü. Ancak 1919 yılında Çin'de kölelik kaldırıldı.

Antik Yunan’da köleler, köylüler ve kadınlar aşağı sınıftandı. Yönetim işine katılmazdı. Eğitim hakları da yoktu. Seçkin sınıfın erkek ve kadınları bu haktan yararlanabilirlerdi. Atina'da her ayın ilk günü köle pazarları kurulur ve köleler çıplak bir vaziyette bir kürsüye çıkarılır, satışa sunulurdu. Aristoteles’e göre “Köle/ köleler mülkiyet olarak efendisinin malıdır.”

Roma İmparatorluğunda toplum vatandaşlar ve köleler, sığıntılar (vatandaşlık hakkı olmayanlar) dan oluşur.

Vatandaşlar da kendi aralarında üç sınıfa ayrılır: Soylular (kral ve zengin soyundan gelenler), patriciler (aristokratlar), plebler (avam-halk). Avam-halk arasında köylüler yer almaktadır. Yunan ve Roma düşüncesine göre, kendileri dışında kalan tüm ırk ve kavimler onlara köle olmak için yaratılmıştı. Köleler bir ticari meta gibiydi. Ömrü boyunca çalışır, arzu edilirse satılabilen ve vazifesi bitince de atılan bir eşya olarak görülmekteydi. Batı medeniyeti özellikle de İspanya, İngiltere, Fransa, Portekiz, Hollanda, Belçika, Almanya ve İtalya köleliğe kendileri dışında herkesi layık görmüşlerdir. Amerika Birleşik Devletleri tarihi insanlığın en acımasız kölelik tarihlerinden birisidir. Teksas çiftlikleri kölelerin alın teri ve kanlarıyla sulanmıştır.

Yeniçağın başlangıcında İngiliz toplumunda 186 lort aile başına yıllık gelir 2590 lira, 800 barona 880, 600 şövalyeye 650, 400.000 orta halli köylülere, ortakçılara, gündelikçi ve ırgatlara, topraksız ve yoksul köylü aileye yıllık gelir sadece 6 lira düşmekteydi. Alt sınıflar bu kadar yoksul, gelir dağılımı bu kadar bozuktu.

Mısır’da dünyanın yedi harikalarından biri olan piramitler kölelerin gücüyle yapılmıştı. Azametli bir şekilde inşa edilen Firavun heykelleri, devasa ehramlar ve bunlar gibi diğer eserler, Mısır’da köleliğin ne baskı altında çalıştırıldığı ortada. Köleler gerek kadın olsun gerekse de erkek olsun hür insanlardan ayırt edilmesi kolay olsun diye başları kazıtılırdı. Köleler okuma yazma hakkından mahrumdu. Okuma yazma sadece seçkin insanların hakkı olarak görülürdü. Kölelerin eğitim hakları olmayışı seçkin zümrenin menfaatineydi.

Hint medeniyetinde ve ülkesinde toplumsal sınıflar: Brahmanlar/din adamları (din kadını yok), kşadriyalar yani skerler ve komutanlar, vaysiyalar/çiftçiler (yani köylüller) ve tüccarlar, südralar/aşağı sınıfa ait olan insanlar, paryalar/kast dışında olan insanlar ki bu sınıftakiler insan bile sayılmamaktadır. Köleler kral, zengin tüccarlar ve kamu yararına çalışırlardı. Köleler içerisinde kadınların sayısı da azımsanamayacak kadar çoktu ve köle kadınların çocukları da aynı şekilde, efendisinin mülkü sayılıp köle konumunda olurdu.

Japonlarda köylü olmak soylu olmamaktır. Kadınlar ise en düşük seviyedeydi. Ayak takımı köylüler ve işçilerdi. 1850’lerden sonra köylü gençleri askere alınınca soylu olan samuraylarla beraber askere gittiler. Bu köylüler için büyük değerdi. Bu görevle köylüler kendilerini değerli buldular. Japon dünya görüşünde : “Yabancıya iyi davran, silahlarını öğren ve silahlarıyla yok et.” anlayışı egemendir. Bu anlayış Japon medeniyetinin ikiyüzlülüğünün ve ahlaksızlığının işaretidir. Herkes alttakine hükmeder, üsttekine boyun eğer. Köylüler en altta olduğu için itaat kültürü çok yaygındır. İnsanlık tarihinde Japon medeniyeti büyük filozof çıkaramamasının nedeni bu itaat kültürüdür.

Araplarda eşit haklara sahip hür insanlar ve hürlerin haklarına sahip olamayan mevali (hürlüğe kavuşmuş azatlı köle), köle ve cariyeler vardı. Cahiliye döneminde esirler de köle ve cariye olarak alınır ve satılırdı. Toplum nezdinde kölenin değeri ticari varlıklar olarak görülürdü. Miras bırakılanı olduğu gibi mehir olarak verildiği de olurdu. Araplar arasında cinsiyete bakılmaksızın gerek erkek gerekse de kadınlar köle sahibi olabilmekteydi. Hatta büyük oranda köle sahibi olmalarında hiçbir mahzur görülmemişti. Yani bir köleye ya da cariyeye birden çok adam sahip olabilirdi. İslam tarihçilerine göre, Arap olmayan Müslümana mevali denmekteydi. Nitekim bu kişilerin tamamı İslam dinini kabul etseler bile Emevîlerin nazarında mevali konumunda idi. Bugün bile Araplar arasında Batı sömürgeci güçlerini efendi saymalarına rağmen, İslam toplumlarını mevali yani kendilerinden aşağı sınıftan görme zihniyetleri vardır. Kuran ve Hz Muhammed’in uygulamaları, köleliği engelleyecek ve ortadan kaldıracak yasalar koymadı. Bunula birlikte bu sosyal yapının daha insani olması için azımsanmayacak ahlaki ve fıkhi tavsiyelerde bulundu.

Tevrat’ta da köleliğin kaldırılması ile alakalı herhangi bir hüküm yok. Tevrat’ta İbrani kökenli olmayan kölelerle ilgili, “Köleyi âzat et” diyen tek bir emir yok, bunun aksine olarak “Köle edinin” diyen hükümler var. İncil’de tüm insanların yaratılıştan eşit olduklarını ve tüm insanların birbirine kardeş olduklarını belirtmesine rağmen köle edinilmesi yasaklanmamıştır.

Hunlarda özel mülkiyet olarak şahsi kölelik yoktu ama kabile köleliği vardı. Kabileye ait köleler ise Hun Devletine bağlıydı. Tarihte kurulmuş Türk devletlerinin büyük çoğunluğunda olduğu gibi Hun toplumunda da imtiyazlı bir sınıf söz konusu değildi. Göktürk toplumundan bahsetmek gerekirse; köle ve hür ayrımı yoktu. Uygurlar savaş sonunda tutsak edilen kimseleri köle olarak temin ederlerdi.

Rus İmparatorluğunda toplum 4 sınıftan oluşmaktaydı. Bunlar; soylular, din adamları, işçiler ve köylüler. Köylüler; 19.yy Rus toplumunun en alt sınıfıydı. Sosyeteden uzakta, kırsal bölgelerde yaşamaktaydılar. Çok çalışmalarına rağmen geliri en düşük sınıftı. Osmanlı toplumunda olduğu gibi okuma-yazma seviyeleri yok denecek kadar azdı. Yokluk ve sefaletin devam etmesi sonucu halk 1905’de ayaklanarak bu duruma tepkisini gösterdi. Ömer Lütfi Barkan’ın ifadesiyle Rus inkılabının dayandığı sosyal temel,

Rusya’daki toprak meselesidir. Rusya’ya özgü bir inkılaptır ve her şeyden önce bütün kuvvetini Rusya’daki toprak meselelerinin hususi tarihinden almış “köylü hareketi” ve bir “ topraksız ve aç köylüler” meselesidir. “Rusya tarihi sayısız köylü isyanlarının kanı içinde kıpkızıldır.” Dahası Batı Avrupa memleketlerinde olduğu gibi Rusya’da da toprak kölesi (serf) statüsündeki köylüler iş kaybı olmaması için başka senyörle ya da hür insanlarla evlenmesi yasaktı. Toprak kölesi köylünün gerçek sahibi senyörlerdi.

Osmanlı Beyliği uç bir siyasi yapıdayken özetle bu toplumda; savaşçılar (gaziler, alperenler), ahiler, dervişler, göçer-evliler gibi göç hareketleri ve yeni fırsatların buralara ittiği veya çektiği zümrelerin yanında öteden beri buralarda meskûn gayrimüslim köylü ve kentli halktan oluşmaktaydı.

Osmanlı Devleti İmparatorluk olunca hanedan ve saray halkı dışında toplumu

iki unsur olmuştur. Askerîler ve Reâyâ. Bazen bu sınıflar dört unsur (anâsır-ı erbaa) veya rükün/direk (erkân-ı erbaa) olarak da tasnif edilir.

Bunlar askerî/seyfiye yani idareci-asker tabaka. Ulema/ ilmiye yani kazaî-idareci sınıf ile eğitim öğretimle uğraşan ve dinî konularda fetva veren ulema. Kalemiye yani bürokrasi.

Bunlar vergiden muaftı.

Reâyâ ise vergi vermekle yükümlü halk idi. Bu geniş kütle içinde çiftçi-köylüler, konar-göçerler ile kasaba ve kentlerdeki zanaat erbabı, tüccarlar ve hizmet sektörü mensupları vardı. Reayayı, çeşitli din, mezhep, ırk ve dilden topluluklar oluşturmaktaydı.

Osmanlı Devleti’nde yönetilenler dini yönden; Müslümanlar ve Gayrimüslimler olmak üzere iki gruba ayrılmıştır. Müslümanlar çoğunlukla tarım ve zanaatla uğraşırdı. Tanzimat öncesinde reâyâ terimi gayrimüslim vergi mükellefleri anlamına da gelmeye başlamıştı. Ama klasik devirde reâyâ ve berâyâ gibi tabirlerle kastedilen vergi veren halktı. Askerî olma veya bu statüye geçiş bir padişah beratı ile mümkündü. Yani Osmanlı toplumunda kişinin statüsünü belirlemede padişah iradesi temel etkendi.

Şehirliler ve köylüler diye de ayrılırdı.

Şehirliler: Burada askerler, tacirler, esnaflar, seyyar satıcılar, seyyidler ve diğer ülkelerden Osmanlılara sığınan amanlar yaşardı. Şehirde yaşayan bu gruplar yönetim, adalet, eğitim, üretim, ticaret ve zanaat işlerine bakarak geçimlerini sağlarlardı.

Köylüler: Osmanlı ekonomisinin temeli, tarıma dayalı olduğu için nüfusun büyük bir bölümü köyde yaşıyordu. Köylü, işlediği toprağa karşılık çift vergisi öderdi. Kanunların yükümlülükleri dışında köylüler hür ve bağımsızdı. Tımar beyleri, çiftçi aileleri, mukataa ya da kesim denilen işletme biçimiyle yer işleyenler, mülk sahipleri, müsellem ve muaflar köyde yaşayan toplumu oluşturmuşlardır.

Köylüler de kendi arasında hür köylüler (reaya,). Esirlerden oluşan köleler ki bunlara kulluklar denirdi. Dilimizde çok yaygın olan “kulun kölen olayım” buradan gelmektedir diye düşünebiliriz. Bir de ortacı kulluklar(sahibinin malı)vardı. Bunlar serf tabir edilen toprak kölelerine benzemektedir. Sürgünler, hür köylü ile kulluklar arasında bir statüdeydi. Osmanlı devletinde XVI. yüzyılda nüfusun takriben yüzde 15-20 kadarının kent ve kasabalarda yaşadığı tahmin edilebilir. Bu nüfusun da yüzde 35 kadarını Gayri Müslimler oluşturmaktaydı. Osmanlı toplumunun ana karakteri tarım toplumu oluşudur. Bu itibarla nüfusun ezici çoğunluğunu köylü-çiftçiler ve kulluklar oluşturmaktaydı.

Bir de göçebeler vardı. Göçebeler (Konargöçerler): Sürekli yer değiştiren göçebeler hayvancılıkla uğraşırlardı. Osmanlı fetih hareketlerine paralel olarak bu konar-göçer aşiretlerin büyük bir kısmının yeni fethedilen yerlere yerleştirilmesi, buraların Türkleşmesinde etkili olmuştu. Göçebeler, devlete ağnam vergisi yanında kullandıkları otlak, kışlak ve yaylaklar için de vergi ödemişlerdir.

Ortaçağ Avrupa'sının sınıflı toplumlarında ve Hindistan'daki "Kast" teşkilatının katı sınıfsal yapısında dikey hareketlilik yoktur. Çünkü buralardaki sınıflar kan bağına dayanmaktaydı. Örneğin; baron, dük, kont, lord olabilmenin şartı bu kimselerin soyundan gelmesi gerekirdi. Türklerde böyle kan yoluyla soyluluk sınıflandırılması yoktu. Olmadı da. Bu anlayışla ırkçılık Türklerde değil, Osmanlı Devletinde Türk olmayan unsurlarda ortay çıktı. Hala da ırkçılık adına bölücü terör devam ettirilmektedir.

İslamiyet’in reddetmesine rağmen Arap geleneğindeki uygulamaya bir de dini gerekçe uydurularak Hz. Muhammed soyundan gelenlere seyitlik ve şeriflik verildi. Bu statüyü Osmanlılar korudular. Bunun dışında irsî bir soyluluk yoktu. Türkiye cumhuriyeti bunu kaldırdı ancak bazı bölgelerde bu anlayış örfi olarak devam etmektedir.

Yukarıda köle, serf ve köylünün insani durumunu kısaca gördük. Bu uygarlıklar içerisinde yine de köylüye, köleye en insani yaklaşan Türk medeniyeti olmuştur.

Türk medeniyeti içerisinde de Türkiye Cumhuriyeti devlet felsefesi köylüye hak ettiği yeri vermiştir. Keşke köylülerimiz bunu değerini daha derinden anlasalar da ortalıkta dolaşan madrabaz laf cambazlarına kanmasalar.

Zaman zaman gençleri eleştirel düşünceye sevk etmek için köylü gençler derim. Hemen alınırlar. Hocam “köylü milletin efendisidir” derler. Ben de bunu fırsat bilerek, o halde efendiyseniz ve kendinizi öyle ifade ediyorsanız, bizleri insan yerine koyan cumhuriyete sahip çıkalım. Eğer cumhuriyet devlet felsefesi bu anlayışta olmasaydı bizim üniversitelerde ne işimiz vardı, derim.

Atatürk, köylünün saflığını ve yiğitliğini masa başında kitaplardan okuyarak değil, bizzat can pazarında, harp meydanında görmüştür. O, vatanımızı hangi anlayışla vatan edindiğimizi şu anlamlı cümlelerle ifade eder:

“Milletimiz çok büyük acılar, mağlubiyetler, facialar görmüştür. Bütün olanlardan sonra yine bu topraklarda bulunuyorsa bunun temel sebebi şundandır: Çünkü Türk çitçisi bir eliyle kılıcı kullanırken diğer elindeki sabanla topraktan ayrılmadı. Eğer milletimizin çoğu çiftçi olmasaydı, biz bugün dünya yüzünde bulunmayacaktık.” “ Kılıç ve saban; bu iki fatihten birincisi, ikincisine daima mağlup olur Tarihin büyük vak’aları ve olayları, hayatın bütün gözlemleri bunu doğruluyor.”

“Türk köylüsünü “efendi” yerine getirmedikçe memleket ve millet yükselemez.”

Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylülerdir. O halde, herkesten daha çok refah, mutluluk ve servete hak kazanmış ve layık olan köylüdür. Diyebilirim ki, bugünkü felaket ve yoksulluğun tek sebebi bu gerçeği görememiş olmamızdır. Gerçekten, yedi yüzyıldan beri dünyanın çeşitli taraflarına göndererek kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi yüzyıldan beri emeklerini ellerinden alıp harcadığımız ve buna karşılık haysiyetini kırdığımız ve hor gördüğümüz, bunca fedakârlık ve iyiliklerine karşılık nankörlük, küstahlık, zorbalıkla uşak durumuna indirmek istediğimiz bu ülkenin gerçek sahiplerinin huzurunda tam bir utanç ve saygı ile gerçek yerimizi alalım.”

Ey ahali, kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla ey köylüler: Cumhuriyet, hürriyet, demokrasi, insan hakları, adalet ve eşitlik kavramlarının içini boşaltmayalım, dolduralım. Reaya olmaktan canımızı zor kurtardık. Gerisin geri sürü olmaya yani reaya dönmeyelim. Railer yani kendilerini çoban görenler kapımızda pusuda yatmaktadır.