2013 yılının yazında ilk söyleşimizi yapmıştık, Fuat Başar hocamızla.. O tarihten sonra, bazen Hat sergilerinin açılışında, bazen bir kitap alışverişinde ve bazen de Küçük Ayasofya civarındaki gezilerimizde ansızın karşısına çıkmış “arayı çok açıyorsun hemşehrim” diye tatlı sitemleriyle karşılaşmıştım kendisinin..
“Şiire özel bir sohbet ederiz ileri de.” dediğini hatırlatınca “Gel de konuşalım o zaman.” deyince bende bu fırsatı kaçırmak istemedim. 30 Temmuz 2016 Cumartesi günü için sözleştik kendisiyle...
Gönlü bir derya, Hat ve Ebru sanatının zirvedeki isimlerinden biri olan Fuat Başar hocamızla, Küçük Ayasofya Cami’nin serin bahçesinde başlayan sohbetimizde, Hat ve Ebru sanatının yanı sıra, çıkarılması düşülünen şiir kitabına da değindik. Erzurum’da başlayan, İstanbul’da devam eden bir serüvenin dünya ülkelerine kadar yayılmasına ait hatıralarla bezenen sohbetimizde, olmazsa olmazımız demli çayımız ve kayıt cihazım eşlik etti bize. Ara ara yanımıza gelen gençler ve yolları atölye’ye uzanan misafirler fısıldaşarak “bekleyelim o zaman” diyerek mahzun bir şekilde yanımızdan uzaklaşırken, biz sohbete daldık;
- Yine çok yoğunsunuz hocam, özel bir çalışma mı var? diyerek başladım ben..
Gülümsüyor..
Hani bizim oralarda bir söz vardır; “El oğlu bırakmaz ki dana eve gelsin.” O kadar çok işim var ki benim de; okumam lazım, yazmam lazım..Talebelik ömür boyu bitmez.İnsan yüz sene emek verse, hoca olmaz usta bir talebe olarak kalır sadece. Öğrenilecek şeyler sınırsızdır, sonsuzdur. Hepsini bileceksin ki, sana “Hoca” desinler. Yazmadığım zaman kendimi suçlu hissederim. Bu nedenle hiç boş kalamam ki ben.. Çalışmalarım çok yönlü olunca, bende yoğun oluyorum haliyle... Yarışma jürilikleri, sergiler derken dersleri bile bitirdik bu dönem, zamanla yarışıyoruz ama hep o kazanıyor diyerek çalışma temposunun yoğunluğuna değiniyor.
- Fuat hocam bize kendinizden bahseder misiniz? Hat ve Ebru hayatınıza nasıl girdi?
1953 yılında Erzurum’da doğdum. İlk, orta ve Lise eğitimimi bu kadim şehirde tamamladıktan sonra, Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazandım.Fakülte 3.sınıftayken Hat yazılarını bir merakla inceliyorum ki sorma.. Aklım hep bu tür yazılarda.İşte o yola çıkmanın hikayesi...
Fuat Başar, tıp fakültesinde genç bir doktor adayı iken eline bir kitap geçiyor. Mahmud Bedrettin Yazır tarafından kaleme alınan, hat sanatının başucu eserlerinden “Kalem Güzeli”dir bu kitap. “Beni yazıya başlatan kitaptır Kalem Güzeli.” Başar, Dergah Kitapevine iki üç günde bir gittiğini, yeni çıkan kitapları inceleyerek harçlığıyla kitap aldığı günlere küçük bir yolculuk yaptığını anlatıyor.Aldığı kitabı,o gece mutlaka bitirdiğini belirtiyor bu arada. Yine böyle bir kitapevi ziyaretinde, rafa uzandığını ve sol eliyle bir kitabı kavradığını anlatırken heyecanlanıyor. “O çizgiler nasıl bir sihire sahip ise, dalıp gitmişim, omuza dokunan bir elle irkildim. Orada çalışan bir hacı abi vardı.Baktım,o.” “Ne o? ne oldu Dadaş?” deyince: Ona kitabın beni çok etkilediğini söyledim,o da kitabın 2.cildinin olduğunu söyledi bana...Kitapları aldım ve Adliyenin karşısındaki çay bahçesine gittim. Bir masaya oturdum,oturduğum masanın arkasında, bir kişi oturuyor, tanımadığım biri.. Demek benim film orada örülmüş. O ara sakallı cüppeli biri girdi bahçeye, oturana selam verdi ve yanındaki masaya oturdu. Ben dalmış kitabı inceliyorum; o ara gelen kişi, oturan zata iki mısra şiir söyledi: “Ben Allahı arar idim, buldum ise ne oldu?” Kendi kendime şöyle dedim: “Bu ne söylüyor, bu nasıl şiir? Bu nasıl sohbet açma?” Diyorum ya, film örülmüş. Oturan kişi; Cumhuriyet Tarihinin Erzurum’daki en iyi felsefecisi Ali Karaavcı. Ona selam veren de, sonradan ahbap olacağım, kendine - Esrar Baba - diye mahlas vereceğim, Ömer Faruk Kızılcımoğlu... Emirgan Çay Bahçesi’nde, kitapları bir solukta hatmedişini anımsıyor o an. Kitabın sayfaları arasında kaybolup, gördüğü yazıları bin bir hayranlıkla zihnine kazır. “Şunları ben de bir yazsam.” düşüncesi sarar benliğini ve o çay bahçesinde hat sanatına başlamaya karar verir. Ama nasıl ve ne ile yazacağı konusunda hiçbir bilgisi yoktur.
Aklına evvela marangoz kalemi gelir günümüzün usta hattatının. Fuat Başar, “Yazmak istiyorum ama neyle yazılacağını bilmiyorum. Ucu kesik marangoz kalemiyle yazmaya çalıştım bir müddet.” diyerek macerasını anlatmaya başlıyor. Marangoz kaleminden sonra bir seçenek daha bulmuş o günlerin hevesli hattatı: “Çalı benzeri ağaçların düzgün dallarını seçerdim. Uçlarını kamış gibi açarak yazmaya çalışırdım. Ayrıca eski Erzurum evlerinin çatılarında yalıtım maddesi olarak saz kamışı kullanılırdı ozamanlarda. O kamışlardan birkaç tane bulursam çok sevinirdim.”
Bir gün iki tane saz kamışı bulur, sevinmiştir haliyle...Erzurumlu kadirşinas kişilik Berber Naim’in yanında alır soluğu, kamışlarıyla birlikte. Berber Naim bu işleri az buçuk bilirdi. Ona iki tane saz kamışı götürdüm. Rahmetli, kara saplı bir bıçakla kamışın birini bir enine bir boyuna… Haşat etti. İkincisine fırsat vermeden, “Hocam bu da bana kalsın.’ dedim ve kurtardım saz kamışını.” diyerek anlatıyor.
Küçük küçük merakla ve kitapları incelemeyle başlayan Hat Yolculuğum Tıp Fakültesini 2. yıldan sonra bırakmamla güç kazanıyor. Artık tek düşüncem Hat yazıları.. Tıp fakültesini bu işlere feda ettik anlayacağınız. Biraz deli cesaretiymiş yaptığımız.” diyen Başar, hemen ilave ediyor, “Ama isabetli bir tercihte bulunduğumu şimdi anlıyorum. Çünkü iki sanatımız da yok olmak üzereydi. Memlekette binlerce doktor varken, hat ve ebru sanatında birkaç isimden başkası yoktu o zamanlarda.” Hiç pişman olmadım bu kararım yüzümden diyerek de kararlılığının arkasında duruyor ünlü hattat..
Mahmud Bedrettin Yazır’ın kitabı sayesinde yakasını hat sanatına kaptıran Fuat Başar’a bir cilve de Uğur Derman’dan gelir. 1977 yılında Uğur Derman’ın meşhur “Türk Sanatında Ebru” isimli kitabını bulur. Senaryo aynı, başrol aynı, kitaplar farklı sadece. Eve gidene kadar bitirilir kitap, ebruları tek tek zevkle, hayranlıkla bakıyor. Ve yeni bir sevda filizleniyor Başar’ın gönlünde: Ebru!.. Hat ve ebru, yan yana bir yolculuğa çıkarırlar Başar’ı.
Uğur Bey’in kitabını defalarca okur, ansiklopedilerin “ebru” maddelerini tarar, ebru resimlerini hafızasına kazır. Sonuç en baştan bellidir zaten: Kitaptaki tarifler öncülüğünde iptidai bir tekne hazırlamak! Başar’ın o zamanlar fırça bağlaması ne mümkün! Atkuyruğu bulabilmek için at arabacılarıyla cebelleşmeyi bile göze alır. Fakat en zoru ebru için lazım olan boyaları temin edebilmesidir. Kitre bulabilmek için Erzurum’u dere tepe dolaşır. Mezbahaları kapı kapı aşındırır öd alabilmek için. Şimdi herşey kolay, bir bu şekilde düşün bakalım bu zorluklara rağmen aynı hevesi duyabilir misin? Duyuyordum işte! Ve ilk ebru denemelerine başlar.
İlk Ebru denemelerini hatırlarken, rahmetli Annesini anımsıyor .O günleri yâd ederken biraz duygulanıyor, fakat tebessümü de eksik olmuyor usta ebrucunun: “Evdeki ilk çalışmalarımda tekne yerine meğer halıyı boyuyormuşum. Rahmetli annem üçümüzü de defalarca kapı dışarı etti: Tekne, fırçalar ve ben!” Yılmadım, bıkmadım devam ettim çıktığım yolda..
- Usta hocalarla yolunun kesişmesini de şöyle anlatıyor Fuat Hocamız:
“1977’den 1980’e kadar kelin başı, körün tacı misali açıyorum teknemi.’’ diyerek anlatıyor o günleri : Bir yandan halıları boyuyorum, kapı dışarı ediyor Annem beni; bir yandan at arabacılarıyla cebelleşiyorum, atların kuyruğundan kıl toplarken. Nihayetinde hat ve ebru sevdası, işin ustalarıyla yolunu kesiştirmeye başlamış.
“Mürşitsiz yola çıkınca, yüzüne gözüne bulaşıyor İnsanın.’’ diyor Usta sanatçı, “Uğur Derman Bey’in üzerimizde çok hakkı var.” diyor. Çünkü Başar Erzurum’da iken, Derman’la sürekli mektuplaşmışlar. Derman, kelimenin tam anlamıyla dermânı olmuş hevesli gencin. İstanbul’dan çeşitli yazı örnekleri, kitaplar, makaleler göndermiş genç Hattat için. Ebru teknesi nasıl açılır, fırça nasıl bağlanır hepsinin sohbetini mektuplaşarak yapmışlar. Derman bir mektubunda merhum ebru üstadı Mustafa Düzgünman’ın adresini de yazmış. Cümlesini ise şöyle bitirmiş: “Düzgünman kimseye mektup falan yazmaz, ama sen yine de şansını bir dene...’’
Fuat Başar tabii ki şansını denemiş. Mustafa Düzgünman’ın Üsküdar’daki attar dükkânına bir mektup yazmış. İçinde bulunduğu halden bahsetmiş. Ve meraklı bir bekleyiş sarmış kendini, cevap gelecek mi? gelmeyecek mi?diye. Derman’ın ifadesiyle “mektup falan yazmaz” denen ebru üstadı Düzgünman, Başar’ın mektubuna cevap vermiş. Tekne açmasından fırça bağlamasına kadar anlatmış işin püf noktalarını. Aynı yıllarda Hattat Hamid Aytaç’la da hat sanatı üzerine mektuplaşmaya başlamışlar. Fakat Başar, mektuplar çoğaldıkça, el ele değmeden, ustanın nazarının ve hatta “fırça”sının muhatabı olmadan hat ve ebru sanatlarını öğrenemeyeceğini idrak etmiş.
- İstanbul serüveni nasıl başladı Hocam?
“Her işte ustanın dizinin dibi başkadır.” bunu hiç unutma kızım.. Üç yıl kadar Hamid Aytaç ve Mustafa Düzgünman ile mektuplaşan Başar, “Tarifle olacak gibi değildi. İlle de ustanın yanında olmak lazım. Ebru sanatında Mustafa Düzgünman var, tek başına devam ettiriyor bu sanatı. Merhum Necmeddin Okyay’dan nasıl gördüyse öyle sürdürüyor. Hat sanatında da Hamid Bey ve birkaç hattat biliniyor. Başka da kimse yok. Olanların hepsi de İstanbul’da. Kararımı verdim, doktorluğu Erzurum’da bırakıp İstanbul’a doğru yola çıktım.” sözleriyle anlatıyor tıp eğitimi ile hat ve ebru arasındaki tercihini.
İstanbul’a hat ve ebru öğrenmek için gelen Başar, nihayet Hamid Aytaç ve Mustafa Düzgünman’ın kapısını çalar. Hamid Bey o sıralarda Cağaloğlu’nda izbe bir han odasında yazmaktadır yazılarını. Düzgünman ise Üsküdar’daki attar dükkânında ebru sanatını devam ettirme gayretindedir. Düzgünman ilk başta kabul etmez Başar’ı. Fakat Erzurum’dan mektuplar yollayan sanat heveslisi genç olduğunu anlayınca, hocaların hocası merhum Süheyl Ünver ile Uğur Derman da aracı olunca ders vermeyi kabul eder. Hamid Bey’den de hat meşkine başlayan Fuat Başar’ın omuzlarında, artık apayrı bir sorumluluk vardır. İnsan sağlığını ellerine emanet alan bir doktor olacakken, insan ruhunu ellerine emanet alan ve bu emaneti yüzlerce kişiye teslim etmeye ant içen usta bir hattat ve ebrucu olmak için ilk adımını atar. 1980 de geliş o geliş.
O yıllarda Türkiye’nin nüfusu 42 milyon.. Bir tek Hamit Aytaç’ı tanıyorum bu koca şehirde. Ülkede ki hekim sayısı da 42.500 idi. Bu muhterem zat, Osmanlı’dan gelen son adam bu işte..Bir gün göçüp gidince, arkasından gelecek birini yetiştirdi mi? acaba diye meraktayım.Araştırıyorum ve öğreniyorum ki; Hat sanatını öğrettiği öğrencileri de hep yurt dışında..Tıp Fakültesinden arkadaşlarım bu hevesimin geçeceğini yine fakülteye onların arasına döneceğimi düşüne dursun, ben artık yolumu çizmiştim. Hat ve Ebru sanatıyla birlikte gidebileceğim kadar gidecek ve bu alanda öğrenci yetiştirecektim.
Fuat Başar, 1980 yılında Hattat Hamid Aytaç’tan hat icazetini, 1989 da da Mustafa Düzgünman’dan da Ebru icazetini alır. Kamışın kâğıda bıraktığı bir noktayla, tekneye düşen bir damla boyayla aslında edeb tahsil eder. Başar, hocası Düzgünman’ın şu sözünü naklederken esasında sanatın ve bunca uğraşın da şerhini yapmış oluyor: “Evladım, sanatların çoğu zor. En zor sanat ise adam olmak sanatıdır. Onu başarmak lâzım, sonra gerisi gelir.” Ve sonra geçip giden yıllarda her şey yerini buluyor.Büyük bir usta, sevilen ve sayılan öğretici ve gönlü yüreği güzel bir insan bizlerin hayatna giriyor.
Mutluluğunu şöyle dile getiriyor Fuat hocamız: “Ne mutlu bana ki, tam 6 kuşak öğrencilerimi gördüm. Bugün öğrencilerimin öğrencilerini görmenin mutluluğu paha biçilemez nazarımda.’’
Başar’ın yetiştirdiği 500’den fazla öğrencisi, dünyanın dört bir yanında hocalık yapıyor. Başar, “Ben bu sanatı hocamdan gördüğüm gibi, ondan aldığım gibi sürdüreceğim. Düzgünmana’a sözüm var.” sözüyle hem hocasıyla arasındaki ilişkiyi hem de eğitimde geleneksel metotlara sadık kaldığını ifade ediyor.
“Bizim sanatlarımızda usta ile çırağın arasını hiçbir şey ayıramaz. Dedikodu, kıskançlık, öfke gibi hasletlerin hocayla talebenin arasına girmesine imkân yoktur.” diyerek kadim usta çırak ilişkisinin altını çizen Başar, “Sadece ölüm ayırır hocayla talebeyi. Hatta örnekleri çoktur, bazılarını ölüm bile ayıramıyor. Rüyasında talebesine ders göstermeye gelen hocalar var.” diyor.Bir hoca öğrencisine dua eder gıyabında, ya da yüzüne söyler. “Bak benden aldığını ilerlet, benim gibi olmaya çalışma,ilerle..” “Bizim düsturumuz budur. Çünkü bilim, sanat,irfan,edep ve ahlak sürekli ilerleme göstermek zorundadır. Zaten bu bize bir emirdir. Hadisi şerif’te diyor ki: ‘ İki günü eşit geçen ziyandadır.’ ”
Süheyl Ünver hocamla yaşadığım bir hatıramı anlatayım sana. 78 ‘den sonra mektuplaşıyoruz ya kendisiyle. Bana kaynak olacak, kitapları kendi kütüphanesinden çıkarıp göndermiş bir zat. Çok değerli bir Tıp Tarihi Profesörüydü kendisi. Aynı zamanda ressam, tezhiple uğraşır, kat’ı diye bir sanatı da ihya edip kitap yazan bir zat kendisi. Bir gün şöyle bir hadiseyle karşılaştım. Gittiğimde yanına alır oturturdu. Benim de Amcam Tıp Tarihi Prof. Zeki Başar olduğu için,mesleki bir yakınlıkta var malum, bir dersten sonra, hoca çalışırken, tahmin ediyorum tıbbiye de asistan olan bir çocuktu, hocaya hayranlığından dolayı: “Hocam sizin yarınız kadar olsak yeter bize!” dedi. Hoca çok kızdı. “Ne demek bu, sen benim yarım kadar.. sende adam yetiştireceksin senin yarın kadar. üç dört nesil sonra da bu iş bitecek o zaman..Bana bakın ! eğer beni geçmezseniz size hakkımı helal etmem.” İşte o zaman anladım ki büyüklük başka birşey.. İşte bilimin,sanatın ve Edebiyatın ahlakı böyledir güzel kızım. Hani -Pehlivanın son oyunu- veya - Her işin püf noktası meselesi- bunlar Yahudilerin bizim içimize saldıkları ama kendilerinin uygulamadıkları sözdür bu.. İlla birşeyleri sakla.. Saklamam efendim ! saklayanı da sevmem, yanımda da istemem..
Yine bir Hadis-i Şeriften bahsetmekte fayda var: Meali şöyle: “Bildiğinin tamamını öğretmeyen muallimin ağzına, mahşer günü ateşten gem vurulacaktır.” Korkunç bir şey bu.. Arkasından dua edecek, bir Baba evlatlık, yol arkadaşlığından daha ileri bir samimiyet olması lazım bunun için. İşi alıp genişletmek, Bilim ve sanatın öğretiminde hiç bir bilgiyi saklamak yoktur.
Dünyanın dört bir yanında eserlerimin olması, öz be öz bir Türk sanatı olan Ebru açısından daha önemli benim adımdan.. Yerli yabancı açılan sergilerimizin sayısı 500 ü geçti. Hollanda’da, Japonya’da ,Singapur da,Avrupa da bir çok müzelerde ebrularım var. İşin acı tarafı ne biliyor musun? Bizzat ben “getirip, hediye edeceğim,siz sadece envartere kaydını yapın” dememe rağmen, Türkiye’de hiç bir yerde eserim yoktur. Bir heykelin “evet” dediği kadar onlar da dediler işte.. Tuhaf şeyler bunlar.. Ama bizde adet böyledir.
Bu yolda ki yolculuğumu anlatıyorum bak işte sana, binbir meşakkatle gelmişim buralara. Unesco - Kültür Mirası taşıyan kişi ünvanı veriyor, ama biz kendi memleketimizde hor görülüyoruz. Ben ülkem adına kazanmışım o onuru, bu mudur? karşılığı... Erzurum’da olduğum yıllarda, İbrahimpaşa Cami karşısındaki kahvede(Huzur) gençlerle yazılar yazıyorum. “Bu egüç bügüç yazılar da ne?” diyerek küçümseyenleri hiç unutmadım. İşte bizim memleketimizin o zamanlar sanata bakış açısı öyleydi. Sanat rağbet gösterilmeyen yerden göçer gider, tutamazsın. Kültürüne sahip çıkacaksın, bunun la mı cim mi yok. Prof. Dr. Zeki Kuşoğlu’nun güzel bir sözü var bu konu da: “Olduk çileye talip, Mevlam eyleye galip.” Güzel Allahım bizleri de çıktığımız bu yolda galip eylesin..
Şimdi şimdi az da olsa ilerleme var memlekette.. Gençler çalışıyorlar sağolsunlar, buradan hepsini kutluyorum. Geçen aylarda Erzurum Valimiz Dr.Ahmet Altıparmak döneminde 40 KELAM 40 KALEM Sergisi İstanbul’dan Erzurum’a götürüldü mesela, Kongre binasında eserler sergilendi, bizler açılışa davet edildik. Bunlar güzel şeyler. Bırakın emek verenleri versinler, çalışsınlar. Karanlıktan çıkabilmenin tek şartı çalışmak ve okumak...
-Yetenek ve başarı birleşince, işin içinde sevgi de olunca merdivenler de teker teker çıkılmaya başlanıyor o halde, değil mi Hocam?
Bizim bir hocamız vardı; Süheyl Ünver. Bütün dünyaca meşhur. O derdi ki, “Evladım kabiliyetsiz insan olmaz. Her insan üç yüz bin ayrı kabiliyetle dünyaya gelir. Nasıl olsa birinden birine yatkınlığımız vardır.” Şimdi tesbiti çok doğru. Haa ne lazım? Bize çalışan insan lâzım, seven insan lâzım... “Aşk olmadan meşk olmaz” sözü hiç boşuna değil şimdi. Sevdikten sonra gerisi inanın geliyor. Nice kabiliyetsizim diyen kişileri gördük, bugün çok önemli yerdeler. Bende mesleğimi severek yapıyorum. Yazı yazarken gülümsediğimi söylüyorlar. Yazımı bitirince karşısına geçip seyrediyorum, bu beni mutlu ediyor. Kuran-ı Kerim’de bir Hadisin mealinde şöyle diyor: “Kuran-ı Kerim’den bir harf okuyana on Hasene / sevap veriliyor; bir harf yazana elli hasene..” Sen olsan yazmaz mısın diyerek işin maneviyatına da değiniyor usta hocamız...
“Sabırla ve şevkle devam ediyorsunuz anlaşılan çalışmalara” diyorum; “Sabırlı olmazsan yapamazsın ki”, diyor ve devam ediyor; Türk İslam sanatlarının tamamı sabıra dayanır. Aceleye gelmez, gelmemeli de zaten.. İşin inceliği, bilgin ve becerin birleşince ortaya çıkan eser sabrın ürünüdür evvela.. Bende sabırlıyımdır, ama ahmak görene kadar. Böyle bir iş yapacaksın ama karşına gelip: “evdeki dekorasyonuna uydurmak için, şu renklerden şöyle bir yazı istiyorum dersen” , bende böyle saçma isteklerle bu sanatın değerinin düşürülmesine izin vermem.
Şimdi ki gençlere takılyoruz bu arada; her şeyin kolayına kaçan, internet aşığı bir nesil yetişti ne yazık ki.. Okuma da kolaycı, düşünmeden, araştırmadan bihaber, kopyala yapıştırmalarla büyüyen ve okul bitirip diploma alan bir gençlik..
Başar, kâinatın kurulmasından dünyanın sonuna kadar hiçbir ebrunun birbirinin aynısı olamayacağını ifade ederek, “Hiçbir ânın, hiçbir nesnenin tekrarı yoktur. Ebrunun yapılışına dair herkeste farklı bir fikir var. Boyalar aynı, tekne aynı ama mutlak surette konular farklı. Bir TV programında ‘Birbiriyle aynı ebru yapana 1 milyon dolar veriyoruz’ sloganıyla konuşma yaptık. Bu kadar iddialıyız ki hiçbir ebru, diğerine benzemez” diyerekte ince ama bir o kadar da kuvvetli bir bilgiyi paylaşıyor bizimle...
- Ve gelelim Şiir maceranıza hocam. Şiir hayatınıza nasıl girdi?
Yıl 1976. O yıl hem yazı sanatı ile tanıştım,hem de şiirle ilgilenmeye başladım. Bu tarihten önce şiir yazana tepki gösteriyorum, biliyor musun? “Dümdüz adam gibi konuşmak varken, şiir yazmakta ne”? diyerek kızıyorum..
Huzur Gazinosu vardı, orada oturuyorum. İbrahimpaşa Cami’nin tam karşısındaydı. Üniversite gibi bir yer idi orası, Üniversiteden hocalar ve kültür adamları gelir sohbetler edilirdi. Her düşünceden,her kesimden insana rastlardın orada. Rahmetli Ali Karaavcı oraya çok sık gelirdi. Hemşin gibi..23 yaşındaydım, orada oturuyorum. Behçet Emi derler, çorap satan bir adam; Hekatçı Behçet Mahir. Erzurum’da kıymeti bilinmeyenlerden biri de o dur. Edebiyat fakültesinde müstahdem. Erzurum’un ve belki de Türkiye’nin yetiştirdiği en son meddah bu insandır. Müstahdemlik maaşını alır, evine getirir ,hanımı elinden alır adama bir çay parası dahi vermez.Bir yandan da çorap satar ama kahveye girdiği zaman “çorap satıyorum, alan yok mu”? diye bir cümle kullandığı görülmemiştir. İçeri girer girmez ilk sözü: “Velhasılı alan kazanır.” derdi. Meğer ne mühim bir söz, ama insanlar uyanmıyor ki..
Verilen bir nasihati, bir güzelliği alan kazanıyor demek istiyor ama anlayana...Adamın söylediği bu.. Ben şiiri de sevmediğim için, şahısın şairlik yönünü bilmiyorum. Okuma yazma bilmediği halde Köroğlu hikâyelerinin 11 kolunu şiir haliyle ezberden bilirdi kendisi. Reyhani’yi yetiştiren de kendisidir. Halen Erzurum’da bunu bilen azdır. Kahvede oturuyorum dedim yaa, geldi yanımdaki masaya oturdu.’’ “Hele bi çay.” Çayı geldi. Mördülüklü Hacı Selahattin Efendi vardı, bu adam çok kültürlü idi. İri yarı ,iri burunlu ,başında bir fötr şapka,nasıl kalender ,nasıl muzip bir adam.. ( Bildiğim kadarıyla, Doğu bölgesinde o zaman için Tapu kayıtlarının tutulduğu Siyakat yazısını okuyan kişi / Türkiye’ye ilk Zirai makinaların dağıtımı için Almanya’ya gidip,bağlantıyı yapan adam aynı zamanda ) O adam tam önümüzden geçiyor, Behçet Mahir buna iki mısra yapıştırdı. “Patlıcan burunlu, tencere başlı, seni kızılcığa katar içerim.” Adımın sözlerine baktım, Mördülüklü Hacı Selahattin’in tipine baktım, okunuşta da hece vezniyle söylediği için “dehşet bir kabiliyet, bunda ayrı bir şey var.” dedim kendi kendime. O an bende de bir şey oldu, bende Behçet Mahir’e laf attım. “Piyasada beyaz şeker bulunmaz, çayıma Mahir’i katar içerim.” demişim. Aynı vezin, aynı kafiyelerle.. Ya ben bunu nasıl söyledim diye düşünmeye başladım. Behçet Mahir şeker gibi bir adam, ve hakkaten piyasa da şeker kıtlığı var. Ben yavaş yavaş ona,o bana laf atarken, o gönül ehli bir adam; neyin ne olduğunu anlamış,çokta sevdi beni zamanla. Gel zaman git zaman muhabbetimiz koyulaştı. O ara rahmetli Reyhani’yle tanıştık. Nuri Çırağı vardı, onunla Aşıklar şöleni yapılır, Mevlüt İhsani, Tortumlu Aşık Ruhani, Karslı İlhami Demir’le şölenler eğlenceli geçerdi.Sümmani Babanın torunları Nusret Sümmani ile Hüseyin Sümmanioğlu ile görüşmeler gittikçe arttı. Behçet Emi’de Huzur kahvesine gelince,arkadaşlar birleşir, ustaya laf atardık. Biz yazar okuruz, Behçet Emi cevap verirdi. Sonunda da herkes herkesin gönlünü alır , çaylar içilirdi. Behçet Mahir’in vefat haberini aldığımda çok üzüldüm, hastaymış son zamanlarında; “hastalığımdan haberi olsa mutlaka gelirdi.” demiş hatta benim içinde..Kimi yok kimsesi yoktu, bir garip gibi gitti aramızdan, Allah rahmet eylesin..İşte şiirle ilk alâkam Halk sanatkârı ve son meddah Behçet Mahir sayesinde olmuştur. Bana sözün gücünü anlatan biridir Behçet Mahir.
Aşık Ruhani’yle mektupla atışmalarımız vardır bizim.Mektup yazarım, götürürler, okurlar. ( kendinin gözleri görmezdi) Ben ona taşlama yazarım, o bana çok efendi şiirler yazar. İki üç derken, baktım ayıp ediyorum. Öyle güzel şiirler yazardı ki; demin bahsettiğim Sümmani Babanın torunları ve damadı da bizim mahallede Yunus Emre’de otururlardı. Beraber eve yürüyelim dedik hep birlikte, bende Aşık Ruhani’nin koluna girdim. Taşmağazalardan yukarı doğru çıktık. Tebrizkapı’ya geldik, sanki görüyormuş gibi “biz” dedi “Tebrizkapı’ya mı geldik”? Orada şaşırmışımdır işte, hatta içimden demişimdir ki: “Cenabı Hak, göz almış, söz vermiş.” Görmüyordu ama sezgisine hayran olmuştum. Şiir hakkında konuşuyoruz bir yanda da, dedi ki: “Şiir vehbi bir ilimdir, her kula nasip değil.Her kula nasip olması belki münasip değil.” O an şok oldum, ben bu şiiri yazmışım, hem de taa 3 ay önce, çekmeceye koymuşum odamda. Daha devamını yazacağım, bu nereden biliyor? Şaşırdım.
Onu mahallede evine bırakıp doğruca evime odama gittim. şiiri koyduğum çekmeceden çıkardım, cümle cümle aynı.. Anladım ki Aşık Ruhani boş değil...Edebiyat dilinde buna - Tevarut - denilirmiş. Varit olma yani..Anadolu’nun değişik yerlerinde, yörelerinde aynı şiiri mısralarına varana kadar yazan 6 şair çıkmış. İlham Cenabı Hak tarafından gönderiliyor demek ki...
Genellikle Hiciv şiirleri yazıyorum, yalnız içimde bir soru: “acep şiirin bizim inancımızdaki yeri ne”? İyi birşey mi kötü bir şey mi? çelişkilerle yazmaya devam ediyorum. O sıkıntıyla eve gelmişim, bir yaz günü. Elimi kitaplığa attım, yanlış hatırlamıyorsam, -Gunyetüt Talibin- diye bir kitap.. Elime o kitap geldi, rastgele açtım,sol tarafta, sayfanın ikinci yarısında bir hadisi şerif meali, kalın yazılarla siyah puntoyla yazmışlar. “Allah bazı sırlarını, şair kullarının dilleriyle ifade eder.” Bu güzel oldu işte.. Sonraki yıllarda Tasavvuf şiirine yöneldim. Bir yandan Azeri şiirine merak var, epey de bununla uğraştım. Hatta bestelenip okunan Azeri şiirlerim vardır.
Ebcedle tarih düşürerek mahlas verdiğim 14 tane şair oldu. Bunların şimdi en sonuncusu ve işi devam ettirdiğini bildiğim Anadolu Ajansından Ekrem Kaftan.. Hakikaten şiirimizin yüzakıdır o.. Yayınlanmış 6-7 tane şiir kitabı oldu. Gazetelerin, radyoların kültür bölümlerinde yıllarca yazarlık yaptı.
Yalnız günümüzün gençliği,hatta kültür camiası bile serbest vezin diye bir şeyi tutturmuş gidiyor. Şiirin kabusu işte bu..
Bu arada çocuklarının sadece birinde bu anlamda bir yetenek olduğunu belirtiyor hocamız. Büyük oğlunun yazıyla uğraştığını,bu anlamda bir Lisans eğitimi aldığını ve karikatüre merakı olduğunu söylemeden geçmiyor. Çocuklarından laf açılmışken, Fuat Başar hocamız çocuklarının isimlerini koyarken de, kendisinin etkilendiği hocalarını unutmamış ve onlara olan bağlılığını ve sevgisini çocuklarının isimlerinde yaşatmış. Hamit Aytaç- Mustafa Ragıp - Ahmet Sami - Elif Ebru ..
Erzurum’da başladığım ve İstanbul’da bitirdiğim şiirlerim oldu.. Yazdıklarımın hepsini bir deftere not almıştım zaten.. Bir yayınevi dedi ki: ‘’ yayınlayalım bu şiirleri “Elimle yazdığım şiir defteri” tamam, olur. Dedim. Az önce bahsettiğim Ekrem Kaftan’a dedim ki: “Bunu ver, bassınlar.” Gafillik işte, ne kitaptan ne de yayınevinden bir haber yok.. Meğer yayınevi batmış, defterimde kaybolmuş. Yandım yandıma düştüm, öyle üzüldüm anlatamam.. Sağolsun, bizim Ekrem kitabı vermeden fotokopisini çekmiş. “Döner ısmarlamazsan, defterin fotokopisini vermem.” deyince dönerini ısmarladım, şiir defterimin fotokopisini aldım. Şiirlerimi yazarım ama ezberlemem. o yüzden defterim kıymetlidir. Ama gel gör ki fotokopiyi de kaybettim, yine Ekrem’den istedim. Atölye’de defterim şimdi de elimin altında.. Ama oraya not alınmamış , gönderileceği yere gönderilmiş ve not alınmamış daha nice şiirlerim var bir yerlerde. O dönemlerde bilgisayar yok tabi, şimdi herşey kolay diyorum yaa. Hiç bir şey yapamasam da o an, cep telefonumla resmini çekiyorum artık..
Bir çalışmam daha vardı, Erzurum ağzıyla mizahi bir aşık hikayesi üzerinde çalışmışım, 42 sayfasını yazmışım ..Konu bizim bir arkadaş. Aşık Dergahi ile Hafşu Sultan hikayesi..Çok gırgır, şiirli filan. Türk şiirinde kullanılmış bütün türleri işlemiştim o çalışmam da. Devrin belli başlı karakterlerini hicvetmek, okuyucuyu eğlendirmek.. Bizim Bandırma da ki birader, okumak için götürüyor, ondan da bir arkadaş okumak için alıyor, gidiş o gidiş. Bir üzüntüm de onadır, güzel bir çalışmaydı çünkü.
Bu Dergahi mahlası verdiğim arkadaşla karşılıklı birbirimize hicivler yazarız, o dönem o Malatya’da.. Ben yazıp gönderdikçe dairedeki arkadaşları koşar gelirmiş ne yazılmış diye. Açar okurlar şiirleri..Bir gün tuttum buna bir mektup yazdım. Ortadan başlıyor ama spiral şeklinde. Döne döne.. Bir yerinde de yazmışım ki; mektubu çevirerek oku. Eğer çevirmekten yorulduysan koy masaya sen etrafında dönerek oku.. Allah selamet versin bizim ki yorulmuş, koymuş masaya, ellerini de atmış arkasına, döne döne mektubu okuyor mesai saati sonuna doğru. İçeri ye giren mesai arkadaşı : “İhsan bey ne yapıyorsun”? deyince, bizim ki: “şiir okuyorum.” ‘’ demiş. Bu aramızda bir süre espri konusu olmuştu.