Kapının yumruklanmasıyla uyandım. Bu gümbürtüye yakışan bir ses bağırıyordu.

“Açın kapıyı!”

Açarız ulan, açarız da önce kalkayım yatağımdan.

Önce kalktım yatağımdan, uykulu gözlerimi ovuşturarak, gümbürtünün ve sesin giderek şiddetlendiği kapıya seğirttim, açtım. Birden geriye doğru iteklendim.

“Yat, yat, yat!..”

Yahu hem kıyamet kopmuş gibi insanı uyandırıyorlar, hem de, yat, diyorlar.

Haa… Anladım, yere yatmamı istiyorlar. Yüz üstü yere yattım. Bereket yataktan kalkar kalkmaz kadife pantolonumu giymeyi ihmal etmemişim. Yoksa, delikanlıyım, diyen biri o manzarayı düşünmek bile istemez.

“Adın ne?”

Adım neydi benim! Durun, düşünmem gerekiyor. Annem beni ne diye çağırıyordu. Yok o değil, o bana hep, deli çocuk, derdi. Necla ne diyordu bana! Sevgilim. Yok yahu o da değil!

Neydi benim adım!

“Adını söylesene ulan!”

Abi böyle sorarsanız söyleyemem ki ben! Uyku falan, inanın beynim durdu. Ulan, diye de senin gibilere denir, hıyar!

Hah, adım geldi aklıma.

“Mustafa.”

İri yarı olan, masanın üstündeki kitaplarımın yanında duran öğrenci kimliğimi aldı eline.

“Mustafa Duran mı”

“Evet abi,” diye inledim.

Alaylı bir ses çıktı gırtlağından. Konuşmadı, sanki böğürdü.

“Ooo… Hem de siyasal öğrencisi.”

Diğer iki kişi kaşla göz arasında evin altını üstüne getirdiler. Yatağım yere atıldı, yastığım deşildi. Kitaplarım anında darmadağın oldu. Bu kadar marifetli ve çabuk olmak için eğitim mi gördü bunlar ne!

“Siyasal’da mı okuyorsun lan?”

“Evet, abi!”

Beğenemedin mi beyim! Kolaysa sen oku da görelim.

“Kalk bakalım Mustafa Duran!”

Kalkmam mı! Sanki böyle yatmak benim isteğimdi.

Kalktım. Ağzım kupkuru, dilim damağıma yapışmış. Nasıl göründüğümü tahmin etmek istiyorum ama beceremiyorum. İyi ki Necla beni böyle görmüyor. Biri kelepçe çıkardı, ellerimi arkamda birleştirip, bileklerime taktı. Şansa bak yahu! Bugün on iki eylül, Necla’mın doğum günü. Sırf bu yüzden bu yıl memleketten erken geldim. Güya akşama kutlayacaktık. Hay böyle şansın içine…Tüh!..

“Ne oldu abi?”

Hay sormaz olaydım. Okkalı bir küfürle bir tekme aynı anda geldi. Olsun, benim bir suçum yok. Bir suç işlemedim ki! Başımı dik tutacağım. Hani filmlerde olur ya. İftiraya uğrayan esas oğlan, elleri kelepçeli, alnını yukarı çevirmiş, kasıla kasıla yürür ya! Hah işte, ben de öyle yürümeye kalktım. Anında enseye bir tokat.

“Doğru yürü lan!”

Sanki oynaya oynaya yürüyorum! Doğru yürüyerek, merdivenlerden indik. Apartmanın önünde koca bir otobüs; otobüsün içinde sürüyle yolcu. Beni de yüklediler, dikkat edin, yüklediler diyorum, çünkü hiçbir canlı öyle bindirilmez otobüse. Alt sokaktaki sendikacı Kemal abi ile göz göze geldik. Yanına sokuldum.

“Darbe oldu galiba,” diye fısıldadı. Araba hareket etti, bir süre gittikten sonra, bir yerde daha durdu. Sonra bir kişiyi daha getirdiler. Sabahın dördünde evlerden servis!.. Nereye?.. Göreceğiz!.. Kendimi birden önemli biri sanmaya başladım.

Gün ağarmaya başladığı sırada büyük bir binanın önünde durduk.

“Tek sıra halinde inin!”

O kolay. Biz alışkınız sıra denilen şeye. Herkes önündekinin ensesine baka baka büyük bir salonun kapısına geldik. Kapıdan geçerken bileklerimizdeki emanetleri geri aldılar.

“Çökün!”

Beton zeminin üzerine çöktük. Kadın, erkek; öğretmen, işçi, işsiz, avukat, öğrenci… Koca bir tepsiye ortaya karışık yapılmış yiyecek gibiyiz… Buyurun efendiler, bu sofra sizin!

Kaç gün geçti bilmiyorum. On dört, on beş metrekarelik dikdörtgen bir odadayım. Penceresiz ve küçük bir kapısı olan dört beton duvarla çevrilmişim. Altı kişiydik, giden gelmedi. Biraz önce beni de götürmeye geldiler, sonra fikir değiştirip, “bunu yemekten sonra alalım,” diyerek gittiler. Duvara sırtımı verip, dizlerimi karnıma doğru çekerek çöktüm. Kollarımı bir kelepçe gibi ayaklarıma bağladım. Bu işin nereye varacağını düşünmek beni deli ediyor. Beton binada yankılanan çığlıklar kulaklarımda yer etti. İşkence yapıldığı kesin ve bana da yapmaları Allah’ın emri. Kırılan tırnağımın sızısına dayanamazken, bu ağır acılara nasıl dayanacağım! Acının zirvesinde kalbimin durmasını umuyorum. Ne tür bir işkence uyguluyorlar acaba. Dövülmeye razıyım; ama bu çok kabaca bir şey olur. Belli ki bunu yapanlar işlerinin erbabı ve ben de işkencenin ince işçilik istediğini bilecek kadar duymuşluğum var. Ailem nasıl acaba! Ya Necla!.. İşte bu soru beynime pimi çekilmiş bir bomba gibi düştü. Necla’m, sevdiğim, nazlı çiçeğim; seni de aldılar mı uykundan, ne yapıyorlar şimdi sana. Aman Allah’ım, bu düşünce aklıma nasıl geldi! İşkencenin her türü ayrı bir yılan olup, göğsüme çöreklendiler. Necla’ma neler yapılabileceğini düşünmek! İşte bu düşünce bana en ağır işkence. Sevdiğimin de acı eşiği çok düşüktür. Çığlığını duyuyor gibiyim, ağlıyor mudur acaba! Eyvah!.. Bir kuşku kafesine hapsedildim, çırpınıyorum. Çok güzeldir benim sevgilim. İşkence yapanlar da erkek!.. Hayır… Hayır!.. Bunu yapamazlar. O’nu öpmeye bile kıyamıyordum ben. Diren Necla, sonuna kadar diren!.. Yok, yok direnme sevgilim, acı çekmeni istemiyorum. Öl Necla, öl! Ben de öleyim!..

Tam yetmiş iki ay, dile kolay. Altı yılımı çaldılar, altı yılımı babalarının malı gibi aldılar benden. O altı yılın içinde yüzlerce kez kuşku kafesine girdim. Necla’yı almamışlardı; okuluna devam etmiş, bitirmişti. Her ziyaretime gelişinde o kafesten çıkıp, her gidişinde yine giriyordum aynı yere. Acaba, başkası var mıydı hayatında, beni bekleyecek miydi sonuna kadar. Birileri zarar verecek miydi benim biriciğime!

Bir bahar günü cezaevinin kapısında sarıldık birbirimize.

Her şeye güvenen, hayatla alabildiğine dalga geçen Mustafa olarak girmiş; havadan nem kapan, her şeyi ciddiye alan, her şeyi inceden inceye düşünen bir Mustafa Duran olup çıkmıştım.

Necla, öğretmenliğe devam etti. Ben de kendime göre işlerle uğraşmaya başladım. Eve birlikte gitmek için ne zaman buluşacak olsak ve ne zaman gecikecek olsa, o kuşku kafesine girip kıvranıp durdum. Acaba kaza mı oldu, bir arabanın altında mı kaldı!.. Yok, yok, belki de biri çantasını çalmaya çalışırken bıçaklandı!..

Necla öğretmenlikten emekli olduktan sonra bir sahil kasabasına yerleştik. O, edebiyatla, sanatla uğraşırken ben de bir manavlık yapmaya başladım. Kısa zamanda kasabada adım, “Kuşkulu Mustafa”ya çıktı. Arada bir gelip benden alış veriş yapan babacan bir müşterim var şimdi. Yanında birkaç kişiyle geliyor, onlar beklerken kendi seçiyor sebzeleri, meyveleri.

Geçenlerde yine geldi. Her zamanki gibi yine sordu.

“Merhaba Kuşkulu, nasıl gidiyor hayat bakalım?”

Ben de her zamanki gibi başımı ve elimi öylesine “boş ver,” der gibi salladım.

Salatalıklara uzandı.

“Şöyle güzelinden seçeyim, resmini yapacağım yav!”

Devam etti.

“Buraların hıyarını seviyorum, çok güzel hıyarlar yetişiyor netekim!”

Ben de her zamanki gibi destekledim.

“Sayenizde efendim, sayenizde!”

Birkaç tane salatalığı özenle seçti. Gözlerini kısarak sordu.

“Söyle bakalım yav, sana niye, kuşkulu, diyorlar netekim!”

“Sayenizde efendim, sayenizde!”