Bilgisayar bir makine, insan ise etten kemikten, duygular ise nadide çiçeklerin ipeksi tüylerinin gökyüzüne doğru ince teranelerle yükselirken bıraktığı nazlı hoş bir seda pırlantacıkları!

Dağlar dağlar, Barış Manço bu nasıl bir duygudur Allah’ım, o şarkı nasıl gönlümüze oturmuş, hala dinlerken içimiz darmadağın oluyor. Ya Cem Karaca’nın “Sende bırakıp gitme ne olur, tut ellerimden” parçası. Ya Yıldırım Gürses, Mustafa Sağyaşar, Ajda Pekkan, Sibel Egemen, Ayten Alpman, Esmeray, Şenay, Yeliz, Yeşim veya Neşet Ertaş, Ferdi Tayfur, Orhan abi, ya da Neşe Karaböcek! Ya Müzeyyen Senar, Emel Sayın veya Muazzez Abacı, Kekili, Serdar Ortaç, Kısaparmaklar veya Esengül! Cengiz Özkan, Erkan Oğur!

Müzik dinlemeyi severim. Fırsat buldukça, aracımda Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği, hafif batı müziği dinlerim. Eski birçok müziği internet ortamından TRT ekranlarından tekrar tekrar bir daha bir daha dinliyorum.

Sanatçılarımızın, bestekârlarımızın, icra edenlerin isimlerini saymaya kalksam, birkaç sayfa yer tutar. Hangisi hangisinden daha ilk sırada deseniz sıralama yapamam; birisinin hakkını yemekten korkarım.

Bir kere çok ciddiler. Kalbe hitap edebilen bir üslup bir ustalıkları var; inkâr edilemez, hepsi eşsiz. Tekrar tekrar dinledikçe ister istemez günümüzde müzik yapanları düşünüyorum. Veya müzik icra edenleri, lafı çok dolandırmadan; TRT’nin yeni sanatçılarını seyrediyorum. Nereden nereye, kimlerden kimlere demekten kendimi alamıyorum.

Hani “aynı kadeh aynı mey” diyor ya şarkıda, aynı şarkı aynı beste ama sanki başka bir dünyadan gelmiş yeni yorumcular, dinletemiyorlar, bir şeyler eksik, çok eksik. İcra işinin sadece görsellikle olmayacağını anlamaları lazım; hele erkekler için saçlar, kaşlar boyalı, alık ama duygulara hitap edemiyor, olmuyor! Bu yolda kalfalık bile büyük bir mertebe! Ustalık nerde?

Kendime nesil farklılıkları diye yorumluyorum, uymaya çalışıyorum, anlamaya çalışıyorum ama eksik diyorum, bir yerlerde yanlış olan ne olabilir diye düşünüyorum.

Eski şarkıların özel derin duyguları nakış nakış işleyerek insanları ötelere taşıyan, ruh hallerini okşayan sözlerini kağıtlara dökebilen duygular nasıl ve insanın hangi kültüründen, nasıl bir gönülden çıkıvermiş? Şimdi niye aynı sözler, çıkmıyor, şiir nerede, besteler hangi temelin altındalar?

Araştırıyorum; müzisyen arkadaşımın dediğine takılıyorum; duyguların notaya döküldüğü yerlerde artık teknoloji ile müzik yapılması bilgisayarın duygularını notalara döküyor. Olmuyor!

Bilgisayar bir makine, insan ise etten kemikten, duygular ise nadide çiçeklerin ipeksi tüylerinin gökyüzüne doğru ince teranelerle yükselirken bıraktığı nazlı hoş bir seda pırlantacıkları!

Usta sanatçılarımızı dinlerken müziğin içine öyle bir girilir ki bazen kimin okuduğunu, kimin söylediğini unuturduk. Birgün Kars’a gidiyoruz, yanımda arkadaşım Zafer Azak, her taraf kar buz, ortalıklarda canlı yok, bir ışık bile yok, eski zavallı Anadolum, teypte Canan Sabah; uzun süre bir sessizlik oldu. Belli ki herkes bir yerlerde bir hayale dalarak takılmış; şarkı Nesimiye sordular ki! Uzun bir sessizlikten sonra ben Zafer’e bir şey sordum; “tuh dedi sana”, şaşırdım, ne oldu dedim; “İstanbul’da Boğaz’da sevgilim yanımdaydı, içerek Boğazı seyrediyorduk, mahvettin” dedi.

Herif şarkının içine düşmüştü, çıkardığım için üzüldüm!