Bugünkü yazım biraz kişisel, ama sizinle birlikte geçmişe uzanmak istedim naçizane…

50 Yıl Ortaokulu’nun ilk mezunları olarak 42 yıl sonra buluşup okulumuzu ziyaret ettik.

Aralarında bendeniz Muhammet İspirli’nin de bulunduğu ilk kez toplanabildiğimiz 11 kişilik grup, yıllar sonra bir araya gelip okulumuzu ziyaret etmenin kelimelerle ifadesi zor duygusal güzelliğini, sevincini, mutluluğunu yaşadık birlikte.

Lise mezunları, fakülte mezunları oluyor da, ortaokul mezunları neden olmasın?

Cumhuriyet’in ilanının yarım asırlık anısına başkent Ankara, İstanbul ve başka şehirlerde olduğu gibi Erzurum’da da “50. YIL” adı bir caddeye verilmiş, cadde kavşağının hemen yanı başına ise aynı adla bir okul yaptırılmıştı.

1974 yılında elektronik ortamda adrese dayalı bir sistem yoktu, ama ikamet ettiğimiz mahalle ve köylerden bu okula yönlendirildik.

Kirli sarı renge boyalı tarihi Aziziye İlkokulu’nun hemen kuzeyinde bahçe duvarına müşterek inşa edilip eğitim ve öğretime açılan okula rahmetli babamla kayıt için gittiğimiz gün bugünkü gibi aklımda.

Masada, kışlaya yeni atanmış ekâbir teğmenler gibi bir kayıt memuru tercih hakkımı hiç sormamıştı bile; “Seni Almanca’ya yazdım...”

Hem sorsa ne olacaktı ki; o zamanlar ülke gerçeği revaçta olan “Alamancı” algısıyla  belki biz de bu tercihi yapacaktık.

Kader işte, yıllar sonra üniversitede de “Almanca Bölümü”nü okudum, ama meslek olarak gazeteciliği tercih ettim.

Diğer arkadaşlarım her biri farklı mesleklerde; akademisyenler, işadamları, bankacı, pilot, reprezant,  öğretmen, idareci, esnaf…

Okulumuzu ziyarette, tatil günü olmasına rağmen bize vakit ayıran Selami Topaloğlu müdürümüze tekrar teşekkür ediyoruz.

O dönem 40’ar kişi olduğumuz sınıf mevcutları yarıya düşmüş, üçer kişi oturduğumuz sıraların yerini tek kişilik açık renkli, modern, hoş sıralar almış.

Okula, bir süre önce 500’e yakın bu sıraları sağlayan, bizden sonraki mezunlar arasında olan Ali Fuat Taşkesenlioğlu’na buradan ayrıca şükranlarımızı iletiyoruz.

50. Yıl Ortaokul binasının hemen kuzeyine daha sonra yaptırılan yeri binalar ve yörenin kültür dokusuyla ilgili daha önce yazdığım “Sayın Cumhurbaşkanım, Bu Okula Bir de Şimdi Geliniz!” http://www.alo25.com/sayin-cumhurbaskanim-bu-okula-bir-de-simdi-geliniz-makale,1521.html yazısına göz atmanızı naçizane istirham ediyorum.

Mevcut Müdür Selami Topaloğlu da benzer gayretlerde bulunmuş 50. Yıl Ortaokulu için.

Ders yaptığımız 1. Sınıf müzik sınıfı olmuş. Laboratuvar elden geçirilmiş ancak eksik materyalleriyle birlikte aynen yerinde.

Hemen bitişiğinde 70 öğrencilik ses düzeni ve slayt makinalarıyla donatılmış modern bir konferans salonu yapılmış.

Bir başka sınıf kütüphaneye dönüştürülmüş. Ancak raflar boş ve kitap bekliyor.

Ayakkabısıyla bile attığı dayağı unutamadığım müdürümüz Sıtkı Karaman’ın odası ve idare bölümlerinde yeni sınıflar oluşturulmuş; idare, merdivenli ek binanın birinci katına alınmış.

Sınıf Başkanı Nurullah Öz’ün, tebeşirle siyah tahtaya “azanlar”ı yazması ve itirazlara ek çarpılar atması sonucu yediğimiz dayakları gülerek anımsadık paylaştık.

Nurullah Bey’in “Osmanlı tokatı” nı, Yaşar Bey’in köstekli saat zinciriyle sarmalarını, Vahdettin Bey’in, 20 sayfalık sürüngenleri ezberleyemedik diye diliyle yanağını şişirerek attığı tokatları, teşi sapları ve tahta cetvellerle parmak uçlarımızda tattığımız acılar…

Rutin aşı günlerinde pencereden, duvardan atlarken, yakalandığımızda aldığımız cezalar da bunlardan farklı olmazdı.

Ne hikmetse bugünkü gibi de ağır kış hastası olmazdık…

Ya bu şerefsiz virüsler çok başka oldu ya da biz yaşlandık…

Şimdi her Ekim-Kasım ayında Eczacı Haluk Abi, telefonla arayıp ”yeni aşı geldi” dediğinde koşa koşa kuzu kuzu gidiyorum, ama şu yazıyı yazarken iki burnum iki çeşme, yüksek ateş halkalarında monitörden zor seçiyorum harfleri.

O dönem öyle abartılı haşarı, kırıp döken çocuklar da değildik.

Velhasılı kelam,

Çocuktuk…

Medrese kültürü almış, aktarılmış yaşlı büyüklerimiz ve ailelerimiz “eti sizin kemiği bizim” misali teslim etmişlerdi okullarımıza, senede bir ya da hiç ziyaret ettikleri öğretmenlerimize…

Sıkıysa bugün de haşlasınlar kızılcık çubuğuyla J

Fazla da yadırgayıp kızmadık, o günün şartları böyleydi…

Yılda ya da iki üç yılda bir alınan takım elbiselerimize itinayla bakar, akşam eve gittiğimizde kıyafet değiştirir öyle çıkardık sokağa…

Üç numaraya vurulan saçlarımızı ıslak parmaklarımızla tarardık.

Kız arkadaşlarımız da kız arkadaşlarımız da öyle itinalıydı.

Tertemiz lekesiz siyah önlükleri üzerinde beyaz yakalıklar hiç kirlenmezdi…

Arkadaşlarla ek binanın üst katına çıktığımızda köşedeki sınıf bizi “Ezogelin” e götürdü…

O dönem her evde televizyon yoktu, olanlar da siyah-beyaz ve komşuluk ziyaretleriyle seyredilirdi.

Şehirde var olan sinemalara zaten gidemezdik.

İlkokul yıllarında sınıfça götürüldüğümüz Gazi İlkokulu’ndaki sinema makinasından bizim okula da alınmıştı.

Ve ilk seyrettiğimiz “Ezogelin” filmindeki kalleş oğlanların esas kız ve esas oğlanın evini yakma sahneleri bizi hüngür hüngür ağlatmıştı…

Okulumuzun alt katında kantinin de bulunduğu, o zamanlar bize koskoca gelen salon aslında ne kadar küçükmüş…

Güldük gülüştük…

O zaman kantin önündeki pinpon masaları kaldırılır, tüm öğrenciler bu salona sığdırılır, hafta başı hafta sonu, ara dönem ve yılsonu törenlerinde Andımız ve İstiklal Marşı ile inletirdik koca okulu…

Şimdi bu salonun baş tarafına sahne yapılmış.

Ne rahmetli Mehmet amca ve oğlu İsmet’in cızırdattığı tostun kokusu  ne de pişmiş yumurta kokusu vardı.

Gerçi o dönem gıda boyası ya da soğan kabuğu ile renklendirilen, allandırılan pişmiş yumurtaları okulun hemen yol kenarındaki Yahya Emi’den alırdık, bazen veresiye…

Şimdi Yahya Emi’nin dükkan yerinde birkaç metruk bina kalmış, birinde de içki satılıyor onca okulun 200 metre dahilinde… Eee belediye başkan ve henüz belli olmayan adaylar bu okullardan mezun olmadıkları için yasadan da bihaberler sanırım…

Kantin katı ziyaretimizde, buluşmamızdan haberdar olan bir arkadaşımız görüntülü aradı Almanya’dan…

Bizim dönem… Demiryolspor’un meşhur oyuncusu Adem Akbaba…

Saçları bembeyaz görünüyor olsa da kim tanımazdı nam-ı diyar ünlü “TINO”yu…

Müdür beyin yüreği gibi sıcak çayını yudumlarken dönemin başarılı öğrenci arkadaşlarımızı hatırladık bir bir…

İsrafil Babadan… Tüm notlar 10… Kendini maarife adamış… Öğrendiğimiz kadarıyla şimdilerde Şükrü Paşa Anadolu Lisesi’nde kendi gibi başarılı öğrenciler yetiştirmeye gayret ediyor.

Mehmet Hanifi Dacık yine 10’luk öğrenci…

Grupta olan sevgili Prof. Dr. Ufuk Kamber, Doktor Öğretim Üyesi Dursun Balkaya, TSK’nın emektar emekli albayı ünlü pilotumuz Ömür Gündüz Topçu okul dereceleriyle hep ilklerde yer aldılar.

Bendeniz ve diğer arkadaşlarımız da onlarla mesafeyi pek açmadık…

Ziyaretimizde ebediyete intikal etmiş öğretmen ve idarecilerimiz ile hafızalarımızda önemli yer alan arkadaşlarımız Zeki Hacımustafaoğlu, Yüksel ve Reyhani’yi rahmet ve Fatihalarla yad ettik. Diğer tüm arkadaşlarımıza da sevgilerimizi gönderiyoruz.

Ve Müdür Bey’e bir söz verdik;

Kütüphane’nin boş raflarını dolduracağız…

Uygun görür iseler, 1976-77 mezunları adına bir sınıfı tefriş edeceğiz…

Başkaca da, okulun ihtiyaçlarına imkânlarımız dâhilinde yardımcı olacağız.

Bu vesile ile buradan Milli Eğitim’e bir çağrıda da bulunmak istiyorum;

Bu tür etkinlikler liselerde artıyor. Geleneksel ayran aşı, pilav günleri vs.

Derim ki güncel sosyal medya artık kolay buluyor insanları ve sizler de bu tür buluşmalara pratik projelerle destek olun, bu tür oluşumların sayılarını artırın!

Geçmişini unutmayacak, iyi yürekli o kadar vefa borçlu insan var ki;

Hoş kaynaşmalarla hem anılar tazelenir, okullar hakkında birliktelikler oluşur, mesleğinde ve kariyerinde bir yerlere gelmiş insanlar ise mevcut öğrencilerle belli programlar dâhilinde sohbet ettirilir.

Güzel anılarla ve sevgiyle kalın!

Önerimi de bir kenara yazın!