Toplumların genetik kodları, tarih sahnesine çıkmış oldukları coğrafyalarda gizlidir. Bir nevi parmak izine benzeyen bu özellik, o toplumun kimliğini ifade etmektedir. 

Dünyanın en köklü milletlerinden biri olan Türklerin kültür kodları, Orhun Irmağı’nın suladığı ata yurdumuz Ötüken’de bulunmaktadır. 

Gençlik yıllarımızdan beri en büyük hayalimiz, ata yurdumuza gitmek ve Orhun Anıtlarını görmekti. 

Nihal Atsız’ın romanlarında okuduğumuz bu toprakları ziyaret etmek, “Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı “ diyen şairin sözüne kulak vermek, Orhun Irmağı’ndan ruhumuzu kandırmak düşüncesi içimizi yakıp tutuşturuyordu. 

Yüce Mevla’nın nasip etmesiyle dünyanın çoğu ülkesini gezmek ve Hac münasebetiyle mukaddes topraklara gitmek nasip olmuştu. Türk Dünyası’nın çoğunu gezmeme rağmen Türklüğün ana kaynağı Ötüken topraklarına gidememiştim. 

Bu özlem ile beklerken, kıymetli dostlarımın bulunduğu Kocaeli’nde ki Akçakoca Kültür Platformu’nun böyle bir gezi yapacakları duyumunu aldım. Sevinçle tura katılmak istediğimi söyledim. Tüm hazırlıklarımızı yaptıktan sonra 31. Mayıs 2024 günü 21 kişilik arkadaş gurubuyla İstanbul Havalimanı’ndan Moğolistan’ın başkenti Ulanbatur’a gitmek üzere uçakta yerimizi aldık. 

 Milli hislerin heyecanını yaşayan ve aynı duyguyu ve düşünceleri  paylaşan grupta, Alaattin Büyükkaya (Eski Avrupa Birliği Bakan Yardımcısı),Ahsen Okyar (Mali Müşavir), Hasan Uzunhasanoğlu (Akçakoca Kültür Platformu Başkanı -Ziraat Müh),Selçuk Aslan (Eczacı) ,Serhat Duyar (Girişimci Danışmanı),Harun Reşit Kocagöz(Elektrik- Elektronik Müh),Çetin Mut (Makine MÜh),Abdullah Köktürk(Eğitimci-Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Koordinatörü),Şükrü Bayram (İş adamı), Ali Kahraman (Harita Mühendisi-Eski Belediye Bşk),Necati Büyükkaya (Makine Müh-İş Adamı),Halil İbrahim Kahraman(Tıp Doktoru),Taner Şanlı (Elektronik Mühendisi),Ekrem Genco Günay (Emekli),Cengiz Argat (İş Adamı),iAli Korkmaz (Eğitimci-İş Adamı),Naki Burak  Alpay (Turizmci),Ferit Yağız(İş Adamı),Doğan Yücel(İş Adamı),Nazım Emre İpekli (Tur Organizatörü) bulunmaktaydı. 

Saat 18 .10 ‘da kalkması gereken THY uçağı bir saat sonra havalandı. Yolcuların büyük çoğunluğu Moğolistanlı ve başka ülkelere ait insanlardı. 

Yaklaşık sekiz buçuk saatlik bir yolculuktan sonra  Ulanbatur’un Cengiz Han Havaalanı’na indik. Türkiye ile Moğolistan arasında beş saatlik bir fark vardı. Yani, Moğolistan yerel saatine göre sabah 08. 30 civarıydı. 

Bavullarımızı alıp, pasaport işlemlerimizi yaptıktan sonra havaalanındaki döviz bürosundan  100 ABD doları verip 334000 Moğolistan parası Tugriki aldık.  1000 Tugriki bizim parayla yaklaşık 9.50 TL ediyordu. Tugrik’in üstünde Cengiz Han’ın resmi bulunuyordu.

Bu paraya ilk önceleri alışmamız kolay olmadı. Havaalanında alışveriş yapmak isteyen arkadaşlardan bazıları hesaplamada bir sıfırı atlayınca ilk şoku yaşadılar ve aldıklarını geri vermek zorunda kaldılar. Velhasıl, evdeki hesap çarşıya uymadı gerçeği ile karşılaştılar. 

Cengiz Han ismi büyük olsa da havaalanı küçük ve mütevazıydı. 

Bavullarımızı alıp bizi bekleyen otobüsümüze bindik. Rehberimiz, ismi Dashka olan Moğolistanlı bir gençti ve İngilizce biliyordu. 

Seyahatimiz boyunca otobüsümüzün kaptanlığını yapan Baska, işini çok iyi bilen sempatik bir Moğol’du. 

Rehberimiz Dashka ve Kaptanımız Baska ile tanıştıktan sonra otobüsteki yerlerimiz aldık ve Ulanbatur’a gitmek üzere yola çıktık. Yol üzerinde,” Yurt” ismi verilen meşhur Moğol çadırları ve yoğun şekilde at sürülerini gördük. Yaklaşık 50 Km sonra hedefimize vardık.

Şehir, Sovyet dönemi hatıraları ve yenileşme çabalarıyla göze çarpıyordu. Japon markalı araba sayısı bir hayli fazlaydı ve araçların büyük kısmında direksiyon sağdaydı. 

 Gençlerin ve orta yaş grubunun giyim ve kuşamları modern görüntüler ifade ediyordu. Çok az olsa da yöresel kıyafet giyen çocuk ve yaşlılar vardı.

Moğolistan,1.5 milyon km2 yüzölçümüne sahip, denize kıyısı olmayan,3.5 milyon nüfuslu, Rusya ve Çin gibi iki dev ülkenin arasında kalmış emekleme döneminde olan bir ülke. Tibet Budizm’inin hakim olduğu Moğolistan’da, halkın, %53’ü Budist,%39’u dinsiz,%3’ü Müslüman%2 Hristiyan,%3’ü ise Şamanmış. Kişi başına düşen Milli gelirin 12.500 USD olduğu Moğolistan, uçsuz bucaksız bozkırların olduğu ve iklimi Erzurum’a benzeyen bir ülkeydi.

Ülkenin bayrağı, kırmızı, mavi ve kırmızı renklerden oluşan üç sütün şeklindeydi. Sağ kırmızı sütün da “soyombo” adı verilen ulusal amblem bulunuyordu.

Bu amblemin üstünde üç alev vardı. Bu alevler dünü, bugünü ve yarını ifade ediyormuş. Alevin altında sonsuzluğu çağrıştıran Güneş ve Ay vardı. Onun altında ise yer ve su ile denge ifade eden “Taijitu “ vardı. İki üçgen iç ve dış düşmanları, yandaki iki sütun ise ülkenin sınırlarını gösteriyormuş.

İçki tüketiminin fazla olduğu ülkede, 21 harfli yukarıdan aşağıya yazılan ve Göktürk Alfabesi’nden esinlenen bir alfabe kullanılıyordu. Okuma yazma oranının %99 olması çok ilginçti.

Akraba topluluk olduğumuzdan ortak kelimelerimizin varlığını rehberimiz Dashka’dan öğreniyorduk.

Moğollar, Su’ya “Us” ,Süte ise “Su” diyorlardı. Yolculuk esnasında ekmeğe “Talkh” merhabaya “Seno”,ete “Makh”, evete “Za”,hayıra Ugyi, teşekküre ise “Bayırla” dendiğini öğrendik.

Yolumuzun üzerindeki Ankara Caddesini, Mevlevi heykelini ve Türk Büyükelçiliği ile Kazak bir iş adamının yaptırdığı cami inşaatını görünce çok mutlu olduk.

 Şehirde, Çin, Kore ve Japonya’nın etkisi hemen göze çarpıyordu. Ruslardan kalma köhne binalar, termik santraller bir dönemin yorgunluğunu anlatıyordu. Diğer Sovyet şehirlerinde olduğu gibi caddelerin ortasında parklar vardı.

Moğolca “Kızılbahadır” manasına gelen Ulanbatur’a girince etrafta anne ve babalarının elinden tutup yürüyen rengârenk elbiseleriyle çocuklar dikkatimizi çekti.

Rehberimiz,” 1 Haziran, Anne ve Çocuk Bayramı” dediğinde işin gerçeğini anladık ve 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızı hatırladık.

Ulanbatur’un caddelerinden geçip etrafı temaşa ettikten sonra ünlü Gandan Tapınağı’na geldik.

Kapı girişinde yağlı boya tablo satıcıları vardı. Tablolar genellikle at ve bozkır manzaralıydı.

İçerisinde muhtelif tapınak ve binaların bulunduğu tapınak geniş bir alana kurulmuştu.

Dışarıya yansıyan ses, devamlı metin okuyan birini çağrıştırıyordu.

Bazı yerlerde Budistlerin elleriyle çevirdikleri silindir şeklinde dua çarkları vardı.

Budistler, mabetlerin etrafında iki defa, saat yönünde dönüyorlardı. Muhtelif yerlerde, Budistlerin ayakta iki ellerini birleştirip başlarının üzerine kaldırdıktan sonra uzanıp secde ettikleri yan yana dizilmiş tahtalar vardı. Bazı arkadaşlar bu ritüeli denerken çok keyif aldılar.

Tapınaktaki binalar 1910 yılına kadar Ulanbatur’un en yüksek binalarıymış. Rus devriminden sonra çoğu yıkılan tapınaklardan geriye askeri amaçla kullanılan bu tapınak kalmış.

İkinci Dünya Savaşı’nda tapınakta bulunan büyük Buda heykeli Moskova’ya götürülerek eritilmiş ve silah yapılmış. Ülke bağımsızlığını kazandıktan sonra heykel tekrar inşa edilmiş. Stalin döneminde tapınağa girişler gözetim altında yapılıyormuş.

Buda heykellerindeki el ve bakışların bir anlamı varmış.

Büyük Buda heykelinin olduğu binada dua çarkları ve çeşitli heykeller vardı.

Tapınak, Çin mimarisinin örnekleriyle doluydu. Nihayet sesin geldiği büyük tapınağa girdik. Etraf kalabalıktı. Budist rahiplerin çokluğu dikkat çekiyordu.

Üst kata çıktığımızda yerde oturan büyük bir dinleyici kitlesi vardı. Onların ilerisinde yarım ay şeklinde yan yana oturmuş ve ellerinde büyük tespihleri olan rahipler bulunuyordu. Tam karşıda üzeri heykellerle ve tütsülerle dolu bir masa ve onun arkasında kutsal metinleri devamlı okuyan rahip bulunuyordu.

Rahip aralıksız okuyordu. Bazı Budistler ellerindeki kitaptan okunanları takip ediyorlar, bazıları ise tespih çekiyorlardı.1-9 Haziran dua günü olduğu için tapınak oldukça hareketliydi.

İçerisi başka bir gezegendeymişiz gibi bir izlenim veriyordu.

Tapınaktan çıktıktan sonra kalacağımız otele geldik.

Uzun bir yolculuk yapmış, beş saatlik bir zaman farkı vardı dolayısıyla bir hayli yorulmuştuk. Odalarımıza yerleşip iki saatlik bir istirahatten sonra tekrar Ulanbatur caddelerine döndük.

Karnımızı doyurmak için gittiğimiz lokanta ’da ilk önce sütlü bir çorba ,peşine büyük bir fincan içerisinde bizim kelle paçayı andıran yemek geldi.

Daha sonra içerisinde bolca et olan Güveç’e benzer yemek servis edildi. Lokantalarda ilginç olan ekmek bulunmamasıydı. Fazlaca et tüketen Moğolların yemek kültürlerinde ekmek yoktu. Tatlı yerine dondurma ikram edilen lokantada, siyah çay dahi vardı.

Yemekten sonra trafiğe kapatılmış olan caddeden yürüyerek Anne ve Çocuk Bayramı’nın kutlandığı parlamento binasının önüne geldik.

Etraf şenlik görüntüsündeydi. Aileler süsledikleri çocuklarıyla meydanı doldurmuşlardı. Çadırlarda hediyelik eşya satan dükkanlar, dondurmacılar, oyuncak satıcıları, aşık’ la fal bakanlar, altı kişilik bisikletlerle tur atan çocuklar, halkacılar, gibi eğlence adına ne ararsanız vardı.

Parlamento binası görkemliydi. Binanın ön cephesinde ortada Cengiz Han’ın diğer iki yanda oğulları Kubilay ve Ogeday’ın heykelleri bulunuyordu. Parlamento binasının önünde büyük bir meydan vardı ve burada kurulmuş olan platformda müzik gösterileri yapılıyordu. Meydanın ismi Moğolistan’ı Çin ve Beyaz Ruslardan kurtaran kahraman Sukhbaatar’dan geliyormuş. At üstündeki Sukhbaatar’ın heykeli de meydanın tam ortasında yer alıyordu.

Bayram yeri görünümdeki ortamdan yaya olarak ayrıldıktan sonra Nomadic Legend gösteri binasına geldik. Kapıda bizi folklorik giysiler içerisinde genç bir Moğol kızı karşıladı.

Salon doluydu. At başlı keman ile Moğol milli çalgılarının olduğu ve birbirinden güzel Milli kıyafetler içerisinde sahnede olan sanatçıların gösterileri mükemmeldi. Gırtlaktan şarkı okuyan sanatçıların performansları görülmeye değerdi.

Hele, iki Moğol kızın akrobasi hareketleri ise bu kadarı da olamaz dedirtti. Gösterinin ayakla ok atma bölümü ise harikaydı.

.

Yaklaşık bir buçuk saat süren bu muhteşem gösteriden sonra aracımıza binip geceyi geçireceğimiz otelimize geldik.

DEVAM EDECEK….