Hayatın hepimiz üzerine kurulu bir oyun olduğunu biliyorum artık.
Hiç oyalanmamak istediğimiz bir oyalamaca oyunu hayat.
Gidenleri, gelenleri, arkadan vuranları, yüze gülenleri, sevilip sevmeyenleri, sevip bir türlü sevilmeyenleri içerisinde toplayan bir oyun hayat.
Bende, sende; bu oyalamacanın içerisinde sürekli başka rollere çıkan oyuncularmışız aslında.
Şimdi bütün bunları baştan sona anlıyorum.
Taaa en başından bakınca yaşadıklarıma, olup biten gözümün önünde belirsiz şekiller olmaktan çıkıyor.
Hayaller siliniyor, gölgelerin asılları olmadığında nefes alamadıklarını anlayabiliyorum artık.
Hayat gözlerimizi kapatıp açtığımız an kadar bizi karanlıkta bırakabiliyor.
Yaşam bizi sevebilecek kadar gerçek değil.
Gerçek olan bizde değiliz aslında.
Biz güneşin uzatamadı, hilalin yok edemediği mutlak gerçek olandan ışığını emanet alan gölgeleriz hepsi bu!
Ve hepsi bu dediğimiz sonsuzluğun içerisinde oyundan çıkmadan, oyalamacadan kendini kurtarmaya çabalayan nefes kadar kudretsiz âdemleriz.
Bilirsek güçsüzlüğümüz kadar muhkem oluruz oyunda.
Bilemezsek sonu gelmez bir oyalamacanın girdabında hiç!
***
SENSİZLİK ÖLÜM SARISI
Bugün güneşi de kaçırdık göğümüzden.
Dün son bir teselli olur, hayata yeniden ısınırım diye zahir, penceremin boşluklarından sızmıştı karanlık ruhumu saklayan odama.
Bugün bütün çabaların anlamsız olduğuna şemste karar vermiş olacak ki, gitti.
Sen bulutlu bir günde mi bırakıp gitmiştin beni?
Yağmurlu bir gün müydü yoksa?
Yoksa gözyaşlarım buğulandırdığı için mi günün, bulutlu mu yağmurlu mu olduğunu tam olarak hatırlayamıyorum!
Kesin hatırladığım tek şey, sırılsıklam günler olduğu sensiz geçenlerin.
Bildiğim bir şey daha var… o da kesin olarak bildiğin pek az şeyin arasında duruyor…
Gidişinle anladığım pek az şeyden biri de bu aslında…
Sensizlik ölüm sarısı bir dünya bırakıyor ardında!
Hastalıklaaa, azıcık düzelmeye başladım galiba arası bir hayat yaşatıyor insana.
Gittiğinden beri, nasılsın soruları ‘şükürsüz’ cevaplara muhatap oluyor.
Şükürler olsun iyiyim demenin imkânsızlığından yararlanıyor ve sızıyor dudak aralarımdan, ‘ne halde olduğumu bilmiyorum’ cevabı.
Çok şükür, ne halde olduğumu bilmiyorum diye bir yanıt var… olmasa; söyleyebileceklerimin acımasızlığı aklımdan geçtikçe yüreğim hopluyor.
Ya ne halde olduğumu bilsem… kendimi kaybetmiş olmanın huzurundan, idrak etmenin dayanılmazlığına doğru acı bir yürüyüşe geçsem…
Yolun nasıl karma karışık olacağını varıp hesap et artık!
Hesapsız işleri hesap etmenin bir yolu varmış gibi. Yine sana sığınan sözcükler sarf etmenin utancı kızartıyor yüzümü…
Gidişinin içimde açtığı oyuğun, içimden nasıl büyük olabileceğinin bir açıklaması bulunabilirmiş gibi… Bir cevap verebilecekmişsin gibi sorup duruyorum, sen sanarak kireç badanalı duvarlara bütün sorularımı.
Sensiz yaşanılabileceğine inanmak mümkünmüş gibi yapmanın, mümkün olup olmadığını sınamaktan başka bir şey yapmaya hiç zamanım yok anlayacağın…
O kadar meşgulüm ki yüreğimden çıkan ırmakların yönünü ince parmaklarımla değiştirmekle… o kadar olur!